Kurak Topraklar’ın çağrıştırdıkları

Published

June 22, 2021

SALT’ta 2021 yılında sergilenen Exhausted/Kurak Topraklar’a yaptığım küçük bir katkı…

Serginin online sayfası burada.

Bir süredir Türkiye tarımının güncel ve tarihsel sorunları üzerine düşünüyor ve akademik araştırmalar yürütüyorum. Yaklaşık 15 yıl önce bir araştırma vesilesiyle Türkiye’nin onlarca köyüne gidip, yüzlerce çiftçi ile konuşma fırsatı bulmuştum. Bana en ilginç gelen şey ise çiftçilerin karı ile maliyetler arasındaki dengesizlikti. Ortalama bir çiftçi her yıl neredeyse düzenli olarak tohum, ilaç, gübre ve mazot satın alır, toprağını eker, sular, ürününü yetiştirir, ve ürününü genellikle kendine düşük karlar bırakan fiyatlarla satar. Toprağını sulayabilir ve bizim “cash crop” dediğimiz pamuk, pancar gibi ticari ürünlerini üretirse daha çok para kazanır, ancak toprağını sulayamazsa, Konyalı bir çiftçinin deyimiyle, “çiftçi karnındaki buyılcık”a bakar. Kısaca çiftçi çok para harcar, az para kazanır, geçimi hep biraz belirsizdir.

Kimilerine göre tarihte dört tarım devrimi yaşandı. Birincisi insan ırkının son on bin yılına damga vuracak şekilde, toprağı ekmeyi ve bitki yetiştirmeyi öğrenmesiydi. Bu, sabanın ve hayvan emeğiyle toprağın sürülmesi sayesinde oldu. Medeniyetin bildiğimiz haliyle ortaya çıkmasını, yerleşik hayatı, nüfusun artmasını, devletlerin, imparatorlukların ve özel mülkiyetin ortaya çıkışını mümkün kılan temelde gitgide daha fazla sayıda insanı besleyebilecek şekilde toprağı ekmeyi öğrenebilmemizdir. İkincisi, sanayi devrimine kadar uzun yüzyıllar boyunca toprağı ekmenin çeşitli tekniklerle geliştirilmesidir. Ürün münavebe sistemleri, toprakta azotu artıran baklagillerin ekilmesi ve doğal gübre kullanılması bu sırada oldu. Avrupa’da köylülerin topraktan ayrılması ve topraktan kopmuş sanayi işçi sınıfının oluşması bu teknikler sayesinde yaşanan verimlilik artışı sayesindedir. Üçüncüsü, kimyasal gübre, ucuz fosil yakıtları ve makineleşme ile son iki yüzyıl boyunca başarılan olağanüstü verimlilik artışıdır. Bu tarımın sermayeye ihtiyaç duymasını, ve gitgide daha fazla para ekonomisinin içine çekilmesini beraberinde getirdi. Sonuncusu ise, Yeşil Devrim, bio-teknolojinin ve şirket kapitalizminin küresel gıda rejimine ve üretimine damga vurduğu son 50-60 yıllık dönemdir.

Ancak bu devrimlerin insanlığı hep ileriye götürdüğü artık sanırım çok az insanın savunduğu bir fikir. Belki de tam tersi, bütün bunların başından beri insanın içinde yaşadığı doğayı yok etmesinin aşamaları olarak görülmesi gitgide yaygınlaşıyor. James Scott ve Richard Manning gibi kimi önemli isimlerin, ilk tarım devriminin en başından beri bir hata olduğunu ima ettiği açık. Ancak tarihe dönük aşırı kötümser fikirlerin geleceğe ilişkin apokaliptik beklentilerin sonucu olması sık rastlanan bir durum. Artan karbon salınımı, toprak ve su başta olmak üzere doğal kaynakların tahribi, küresel ısınmaya bağlı olarak gıda arzının gitgide tehdit altında olduğu fikri; hepsi geleceğe dönük büyük bir tehdidi ifade ediyor. Böyle iken, en başında toprakla ilişkimizin nasıl kurulduğu tartışma konusu edilmesi belki de normal.

Bu yüzyılın türümüzün gezegendeki geleceği ile ilgili önemli bir dönemeç olduğu artık yaygın görüşün bir parçası haline geliyor. Deyim yerindeyse, doğa ile ilişkimiz 21. yüzyılın en önemli konusu olacak, ve tarım bağlamında eğer becerebileceksek, önceki dört devrimin olumsuz sonuçlarını ortadan kaldırmaya çalışacağız. Belki de en önemlisini en başa yazmalıyız: En temel sorunumuz karbon. Tarım toplamda karbon salınımının dörtte birinden sorumlu ve geleneksel yöntemlerle toprak gitgide içeriksiz bir toz yığınına dönüşüyor. Organik tarım, onarıcı tarım, iyi tarım, koruyucu tarım, permakültür gibi fikir ve pratikler tarımda yaşanan büyük dönüşümün (belki de, beşinci devrim!) farklı boyutlarına dikkat çekiyorlar. Söz konusu pratikler kimyasal gübre, ilaç ve toprak sürme olmadan ya da azaltılarak, doğanın biyolojik döngüsünü kullanarak, geleneksel yöntemler ile modern teknolojiyi bir araya getirerek gıda üretimini azaltmadan milyarlarca insanın beslenmesinin mümkün olduğunu iddia ediyorlar. Dünyanın her yerinde yenilikçi çiftçiler, aktivistler, kent hayatından yorulan deyim yerindeyse “göçmen çiftçiler” bu yeni pratikleri öğreniyor, geliştiriyor ve başkalarına öğretmeye çalışıyorlar.

“Exhausted” iyimser olursak onarıcı bir devrimin eşiğinde, Türkiye’de köyün, toprağın, tarımın yakın tarihinden bir kesite, bundan önceki kapsamlı dönüşümlerin bir kesişim noktasına bizi götürüyor. Bilindiği gibi 20. yüzyıl başında azottan gübre elde edilebilmesine yol açan tekniklerin gelişmesi savaş sanayinin tarıma hediyesidir. Analoji yerinde: Toprakta gübre kullanımı da bitki beslenmesine giden kimyasal kaynakların hızlı bir şekilde mobilize edilmesidir. Bir tür savaş. Ancak bu yorucu bir süreç ve geleneksel toprak işleme yöntemi ile toprağın uzun vadede organik içeriğinin azalmasına neden olur. Denebilir ki, 20. yüzyılda ortaya çıkan yoğun entansif tarım sürekli bir savaş halidir. Nüfusu beslemek ve tüketimi artırmak için piyasaların miyobik silahlarının emrinde doğaya karşı açılmış bir savaş.

Exhausted bize bu savaşın fotoğraflarını sunuyor: 19. yüzyılın sonunda Düyun-u Umumiye idaresinin toprakta gübre kullanımını teşvik etmesinden, Cumhuriyet döneminde gübre sanayini kuruluşuna kadar devam eden öykünün fotoğraflarını gösteriyor. Görünürde, Düyunu Umumiye’nin kaygısı muhtemelen idarenin topladığı vergilerin garanti altına alınmasıydı. Cumhuriyet söz konusu olduğunda ise yerli bir tarım sanayinin kurulması ulusal kalkınmanın, ulus inşasının bir parçası sayılmış olmalıdır. Ancak yöneticilerin, ki bunlar yabancı alacaklıların temsilcileri ya da ulusun önderleri olabilir, her durumda geri kalmış köylüleri en yeni tekniklerle buluşturmak arzusunda buluştuğunda şüphe yoktur. Exhausted bize İzmir’den, Adana’dan, tarım fuarları ve sergilerinden, gübrenin yaygınlaştırılması, kullanımının öğretilmesi için yapılan çalışmalardan anlar gösteriyor.

Exhausted’ın bu bölümüne 1930’ların Türkiye’sinde köy ekonomisinin canlı ve içgörülü bir betimlemesini yapan İsmail Hüsrev Tökin’in “Türkiye’de Köy İktisadiyatı” çalışması yerinde bir arka plan oluşturabilir. Tökin ilk kuşak bir Cumhuriyet aydını, önce Moskova’da komünist, sonra Cumhuriyet rejiminde Kadro dergisi çevresinde ve ekonomi bürokrasisinde yer bulmuş, Ziraat Bankasındaki görevi sırasında Türkiye’nin köylerini gözlemleme fırsatı bulmuş birisi. Döneminin tarım sorunu tartışmalarına evrensel bir açıdan bakabilen ve güncel gözlemleriyle yazdığı kitap yüzyıl boyunca alanında yazılmış en değerli çalışmalardan biri.

Tökin, 1930’lar itibariyle Türkiye’de köy ekonomisini iki tipoloji içinde ele alıyor: zati yani doğal ekonomi ve emtia ekonomisi, yani piyasalaşmış ekonomi. Doğal ekonomide, Türkiye’nin doğusunda, kuzeyinde, ve Orta Anadolu’nun demiryollarına uzak bölgelerinde köylüler daha çok geçimlik olarak tarımsal üretim yaparlar. Ürettikleri ürünün çok az bir kısmını belki yakınlardaki kasabada satarlar, ancak üretimin amacı temelde kar değil, tüketimdir. Örneğin, Ziraat Kongresine sunulan raporlara göre, 1931 yılında Muş’ta, üretilen hububatın yüzde 80’i köylülerin kendisi tarafından tüketilir, kalanı da civar kasaba ve şehirlerde. Erzincan’da köylü ancak üretiminin belki yüzde 1-2’sini pazarda satar. Otarşik yani kendine yeten bu köy ekonomilerinde, üretim ile tüketim ayrışmamıştır, uzmanlaşma, yani belli bölgelerde üretimin bazı ürünlere yoğunlaşması yaşanmamıştır. Üstelik bu bölgelerin bazılarında, örneğin Karadeniz Ereğlisinde ve Kars’ta, toprakta ortak mülkiyet usulleri görülmektedir: Ereğli’de, “Gezel usulü yüzünden yani köylünün elindeki araziyi müşterek bulunmasından her sene aynı tarlayı başka şahıslar idare eder. Bunun için arazi ekseriya gübresiz kalır. Köylü ancak, evlerinin civarında müstakilen malik oldukları ufacık sebze topluluklarını gübrelemektedir”. Görüldüğü gibi gübre ile özel mülkiyet arasında bir ilişki vardır.

Öte yandan, Ege ve Güney’de, ve Batı Anadolu’nun demiryollarının ulaştığı yerlerde üretim piyasa için yapılır. Buralarda tüketim ile üretim ayrılmıştır: “Müstahsil, istihlak ettiği mahsulü değil, istihlak etmediği mahsulü istihsal eder”. Üretimin hacmini ihtiyaçlar değil piyasadaki fiyatlar belirler. İktisat zihniyeti bu iki ekonomide birbirinde ayrıdır: Birinde, “kazanmak, daha çok kazanma” esastır. Halbuki, “emtia mübadelesine eğilimli olmayan, kendi ihtiyacını kendisinin temin ettiği bir cemiyette, ancak kanaatkarlık zihniyeti hakimdir”. Başka şekilde söylersek, emtia ekonomisinde esas olan homo economicus’tur, doğal ekonomide ise biyolojik ihtiyaçlar belirleyicidir. İlginç olan, “zihniyeti kanaatkarlık olan orta zaman köyünde istihsal tekniğini ıslah endişesi yoktur”. Diğerinde ise “kazanç endişesi bütün istihsal tekniğini, işletme teşkilatını” belirler.

Tökin’in resmettiği köy ekonomileri, cumhuriyetin devraldığı ekonomilerdir. Pazar için üretim yapan tarımsal ekonomide tekniğin, makinelerin, gübrenin kullanımı yoğundur. Buralar aynı zamanda kooperatif hareketinin de yoğun olduğu yerlerdir. Yani para ağlarının içine çekilirler. 1934 yılına aile tarım-kredi kooperatiflerinin coğrafi dağılışı emtia ekonomisinin nerede olduğunu gayet açık gösterir. Öte yandan cumhuriyetin yol politikaları ile 1930’lardan 1950’lere kadar demiryolları ile daha sonra da karayolları ile emtia ekonomisi genişlemiş, doğal ekonomi ise belki izole küçük bölgelerde varlığını ancak devam ettirebilmiştir.

1950’lere kadar geçimlik ekonominin hakim olduğu yerlerde toprak baskısı yoktur. Bir kere yüksek yerlerde, örneğin, doğuda zaten ekonomi temelde hayvancılık üstüne kuruludur. Geçimlik üretim için toprak her zaman vardır. Başka bölgelerde ise ekilen toprağın verimi azaldığında, köylünün orayı bırakıp başka bir yeri ekmesi mümkündür. Dolayısıyla toprağın verimini artırmak ancak toprağın kıt olduğu emtia ekonomisinde söz konusudur. Bu bakımdan gübre sanayinin özellikle 1950’lerden itibaren, yani Anadolu’da toprak bolluğunun sonlarına gelindiğinde ve artan nüfus baskısının hissedildiği dönemde gelişmiş olması tesadüf değildir. Piyasa ekonomisi homo economicus’u davet eder, ve o da kıt kaynağın verimli kullanılmasına yol açar.

1950’lerden sonra toprak baskısının artışı, Türkiye’de bir yandan toprak sahipliğinin eşitsiz olduğu yerlerde toprak reformu taleplerini ortaya çıkarmış, bir yandan da Yeşil Devrim kapsamında yeni tohum ve gübre çeşitleri ile toprağın verimliliğini artırma çabasını destek olmuştur. Yeşil Devrim piyasa ekonomisinin daha henüz gelişmediği yerlerde 1960’lardan itibaren toprakta makineleşme, girdi kullanımını bugünlere kadar devam edecek biçimde değiştirmiştir. Sonuç olarak, son 50 yılı belirleyen üretim ve gıda rejimi köylüyü kendi geçimlik ekonomisinden çıkarıp piyasa aktörü haline getirmiştir.

Piyasa bir mekanizma olarak kısa dönemli çıkarları açıkça tarif eder, ancak gelecek hep daha belirsizdir.

Bugün geleneksel dediğimiz, ancak tarım toplumlarının tarihinin aslında küçük bir kesitinde hakim olmuş üretim sisteminin ilham verici bir eleştirisi yapan ve sağlıklı toprağı geleceğin tarımının temel meselesi olarak tartışan jeolog David Montgomery, “Growing the Revolution: Bringing our soil back to life” kitabında 21. yüzyılın en önemli sorularından birini soruyor: Çiftçilerin kısa dönemki çıkarları ile toplumun uzun dönemli ihtiyaçlarını nasıl birbiriyle uyumlu hale getireceğiz?